10.02.2011

İNCEĞİZ’İ ... GEZİ ... YORUM ...
“Ramazan’da olmaz, şimdi de bayram, haftaya okul açılıyor.” derken sabahı titreten, öğleni yakan bir pazartesi
sabahı, Çatalca İnceğiz yollarına düşme konusunda anlaşıyoruz.
Son kontrolleri pazar akşamı yapıp, “Sabah 9’da Avcılar Kampüsü önünde olalım beyler!”de mutabık kalıp artık
gecenin sabaha dönmesini bekliyoruz.
Açıkcası 15 dakikalık gecikme hakkımız olsun -tecrübeyle sabit- talebimin reddedilmesi 06.30’da uyanmamın
sebebi oluyor. Gerçi, o saate kadar çantamı hazırlamamış olmamın payı da yok değil.
Hazırlıkları bitirip yola düşelim derken, güzel insan anneme trekkingi anlatmayıp, “Ya anne piknik gibi birşey.”
demem, çantama yaprak sarması doldurmaya çalışmasının sebebi oluyor ve sabah sabah “Doğruyu anlatmaktan
vazgeçmemem.” konusunda dersimi alıyorum.
Küçük bir mücadele ve “Gördün oğlum aklın kalır, ye işte!” diye ağzıma sıkıştırılan birkaç dolmadan sonra
otobüsle Yenibosna’ya varmak için yola çıkıyorum.
Yenibosna’dan da Nuri ile birlikte İstanbul için yüzyılın icadı metrobüsle Avcılar kampüse hareket ediyoruz...
Ve saat 09.01’de açıkcası benim de şaşırdığım bir zamanlamayla buluşma yerindeyiz.
Murat Hoca’yı, bana çok gördüğü ama kendisinin hovardaca kullandığı gecikme hakkı ve türlü türlü bahaneleriyle
kampüs önünde karşılıyoruz.
“Hoca geç kaldın!” sitemimizin ardından, Nuri’nin “Ben öne oturucam, ben öne oturucam!” diye ön koltuğa
oturmaktan hoşlanmayan bana dil dökmesi “Yıllarca birbirimizi tanıyamamışız be kardeş, buyur geç.” dememle uzamıyor.
Ve artık Çatalca İnceğiz yolundayız...
Açıkçası yolda “İnceğiz’e nasıl gideriz kardeş!” diye her soruşumda “Uzun zamandır oraya kimse gitmedi genç!”
repliğini beklemedim değil.
Yol üzerinde bulduğumuz pastaneden pohaça, açma, simit üçlüsü ve “Bunlar kuru kuruya gitmez.” diyerek aldığımız
meyve sularıyla, açık havada yapılacak kahvaltının kadrosu tamamlanmış oluyor.
Saat 10.00’u gösteriyor ve İnceğiz’deyiz. Köprünün önünde arabayı park edip, çantaları sırtlıyoruz.
İlk hedef İnceğiz Mağarası...
Üç katlı ve her katı dörder oda şeklinde dizayn edilmiş; ama yurdum insanının “Ayşe, Mehmet’i; Mehmet, Sevgi’yi;
sonra herkes Sevgi’yi seviyor.” yazılarıyla süslediği bir mimariye sahip İnceğiz Mağarası.
Doğrusu mağarayı dolaşırken forum sitelerinde ‘İnceğiz Mağarası’nı mutlaka görün’ söylemlerinin biraz abartılı
olduğunu düşünürken kendimizi, alabildiğine yeşille birlikte, yakıcı sıcağı biraz olsun serinleten rüzgar eşliğinde
mağaranın tepesinde, kahvaltı yaparken buluyoruz.
Kahvaltı sonrası gezilerin olmazsa olmazı “Birader şu manzarayla beni bi çeksene.” pozlarını veriyor ve yavaş yavaş
mağaradan uzaklaşıyoruz.
Şimdi sırada İnceğiz trekking parkuru var.
Mağaradan 5 dk uzaklıkta olan parkurun başlangıç noktasında bizi, haftasonu günübirlikçilerin bıraktığı çöpler
karşılıyor. Karpuz kabukları, 2,5’luk kolalar, patlamış toplar ve tabi pikniklerin anlamı mangallar...
Murat Hoca’nın “Beyler, hazır mıyız? Başlıyoruz!” komutuyla yeşile doyacağımız ama neyle karşılaşacağımızı
bilmediğimiz bir tepenin dibinde yerlerimizi alıyoruz.
Normalde 1 saat sürebilecek parkuru, “Aa şurada da bi fotoğraf çekilelim beyler!” genişliği ve zaman zaman da
“Kimden çıkmıştı trekking fikri beyler? Sinemaya gitseydik.” homurdanmalarıyla 1,5 saatte tamamlıyoruz.
Artık en tepedeyiz.... Ve “Az oturalım beyler acelemiz ne?” herkesin dilinden düşen ilk sözler oluyor.
Parkurdan bahsetmek gerekirse; mevcut manzarasıyla bol bol fotoğraf çekilebilirsiniz. Ayrıca, yıkılmış ağaçlara,
yaprakların üzerini örterek sakladığı küçük kuyulara ve genişliği 70-80 cm’e kadar daralan yollara sahip.
Son olarak, diğer gittiğim parkurlara göre, daha dik, daha yorucu ama daha kısaydı.
Kısa bir dinlenmenin ardından doğaya tekrar karışıyoruz ve dalından kopardığımız kuşburnu ve çitlembiki
yerken saat yarıma geliyor.
Birkaç başarısız iniş denemesinden sonra “En iyi yol, bildiğin yol!” tezinden hareketle geldiğimiz istikametten aşağı
inişe geçiyoruz.
Bence, inişlerin daha zor olmasının en büyük nedeni düşeceğiniz yeri görüyor olmanız ve tabi düşüşünüzü...
Birkaç ayak kayması sonucunda yerle buluşuyoruz ve “Bunları anlatmayalım beyler!” ricalarıyla parkurun başlangıç
noktasına geri dönüyoruz.
Saat 13.15...
Başlangıç noktasında biraz dinlenirken, Nuri arkadaşımızın Fethiye bahçelerinden getirdiği elmaları yiyor ve
İnceğiz Gölü’nün kaynağını bulmak için tekrar yola koyuluyoruz.
Dere kenarında yürürken ağaçların mevsimlere direnemeyip yapraklarını azad etmesi insanda, “Kartpostallardaki
o görüntüyü yakalamalıyım.” duygusunu uyandırıyor. Başarısız denemeler sonucunda “Herkes işini yapsın beyler!”
diyerek yola devam ediyor ve çocukluğumun kahramanı böğürtlen ile karşılaşıp, arkadaşların da üstün gayretiyle
organik besleniyoruz.
İnceğiz Gölü’nün kaynağını aramak, adrenalin olarak tatmin etmese de yeşilin rengi ve kokusu, kuşların sesiyle
birleşince, trekkingde bünyede yer eden yorgunluğu atıyoruz.
Saatlerimiz 3’ü gösterirken, umutlar kırılıyor ve gölün kaynağını aramaktan vazgeçiyoruz. Bunda, böğürtlen ve
incir ağaçlarının suçu kesinlikle sabittir.
Peygamber devesi, kertenkele, kurbağa ve adını bilmediğim ama sosyete böceği ve fosforlu cevriye diye adlandırdığım
canlılardan National kanallarda gördüğümüz pozları istiyoruz.
“Yavaş yavaş dönelim beyler.” her bünyeden onayı alınca, dereyi en güzel resmeden tepede sandviçlerimizi yiyor ve
“Artık dönüş zamanı.” diyoruz.
Dönüş yolunda gezinin bitmesinin hıncını, fotoğraf makinelerinin hafıza kartından fazlasıyla çıkartıyoruz ve saat 16.00’da,
6 saat önce güne başladığımız noktada, arabadaki yerlerimizi alıyoruz...
Günün sonunda, temiz havayı yadırgayan vücut duruyor ve aslında her gün yapmak istediğim siestayı arabada gerçekleştiriyorum.
İnceğiz’i kısaca özetlemek gerekirse, İstanbul’a yakınlığı, mağara, piknik ve trekking alternatiflerini sunmasıyla gidilip
görülesi bir yer.
Son sözümüz, “Alın dostlarınızı yanınıza, doldurun çantalarınızı ve gidin İnceğiz’e” olsun.
Ama hafta içi...

11.29.2010

Geziyorum / ABANT


Haftanın tek izin gününde, -hava da sanki bozdu, yağmurda yağabilir, acaba gitmesem mi- diye söylene söylene sabahın 6'sında evden çıkıyorum...
Abim geç kalma ihtimalim yüzünden beni otobüsün kalkacağı noktaya kadar aracıyla bırakıyor...
Saat 7 gibi yavaş yavaş grup toplanıyor. 
İncirli, Mecidiyeköy, Kadıköy, Bostancı'da diğer arkadaşları alarak bir günlüğüne de olsa İstanbul'dan kaçışımız başlıyor...
Merhaba nasılsınız derken, 1 saatte Sapanca'da Berceste Tesisleri'ne varıyoruz...
Açıkcası açık büfe kahvaltı olayının bu kadar abartıldığını hiçbir yerde görmedim...
Tesis, görevli arkadaşların ifadesiyle -saymadım ama cidden saymaya çalışan vardı- 120 çeşite varan bir kahvaltı sunuyordu...
Ne yalan söyleyim insanın içinden bir anlık ta olsa arkadaşlar siz devam edin akşam beni burdan alırsınız diye geçiyor...
Şaka bir yana sohbet esnasında öğrendiğimiz kadarıyla Bolu, Gümüşova, Yeşilyayla da da şubeleri olan Berceste'nin kahvaltı çeşitliliği haricinde çalışanların ilgisi kendinizi önemli hissetmenizi sağlıyor...
45 dakika süren kahvaltıdan sonra keyif çaylarımızı içip otobüste yerlerimizi alıyoruz ve yardımcı rehber Zafer elinde 30-35 adet gazete ile yanımıza gelip hangi gazeteyi istediğimizi soruyor...
Açıkcası otobüs yolculuklarında olmazsa olmazım, gazete ve dergi okumaktır...
Tek başınıza bir yolculuğa çıkıyorsanız, sizi sıkıntıdan kurtaran kitap, gazete okumak veya mp3 dinlemektir...
Kitap okumayı günübirlik gezilerde tercih etmem çünkü otobüs içinde devamlı bir hareketlilik vardır, şarkı söyleyen, fıkra anlatan, ön tarafa laf atan vs. derken rahatça dikkatiniz dağılabilir...
Mp3 dinlemeyi tercih etmeme nedenimde bu hareketliliğe katılmanız gerektiği anlar oluyor, yok ben almim, kimseye de mani olmim derseniz baştan kendinizi gruptan çıkarmış olursunuz ve tavsiye etmem...
Bu yüzden gazete okumak en keyiflisidir bu tip kısa yolculuklarda...
Arada yapılan sohbetlerde yardımcı rehber Zafer ile uzaktan akraba olduğumuzu öğreniyoruz...
Gazete, sohbet derken 3,5 saatte Abant'a varıyoruz...
Abant'ta 2 büyük otel var, biri göle biraz yukardan bakan Büyük Abant Oteli, bir diğeri de Taksim Palace, 1000 yatak kapasiteli üçüncü büyük otelin yapımına da önümüzdeki yıl başlanacakmış...
İki otel arasında kıyas yapma taraftarı değilim çünkü kıyas yapınca biri değerden düşer...
Yine de Büyük Abant Oteli göle yukardan bakması nedeniyle daha güzel fotoğraflar veriyor...
Kışın tamamıyla kartpostal hizmeti veren Abant, sonbaharda da yerlere dökülmüş kırmızı yapraklarıyla son derece güzel...
Ama erken rezervasyon yaptırmanız gerekiyor, fiyatlar biraz tuzlu...
Abant'a vardıktan sonra 1 saatlik gezi ve fotoğraf makinalarının yoğun mesaisi sonrasında mangal için gölün karşı tarafına geçiyoruz...
Mangal hazırlığı yapılırken gölün kenarında bulunan köşkün 1900 lerin başında yapıldığını ilk adının Atatürk Köşkü olduğunu Atatürk ziyarete gelmeyince adının İnönü Köşkü olduğunu, o da gelmeyince Abant Köşkü olarak kaldığını ve daha çok sosyeteye hizmet veren bir otel olduğunu öğreniyoruz...
Mangalı beklerken gruptan kimi faytona, kimi at a binmeyi kimi de göl çevresinde dolaşmayı tercih ediyor...
Yalnız faytona ya da at a binmek isteyenler kesinlikle pazarlık yapsınlar, bölge halkı fena pusuya yatmış durumda...
Misal gruptan bir bayan arkadaş göl kenarındaki yaşlı teyzeye, -ayağındakini sen mi ördün teyzem dedi...
Teyze de -evet kızım al abant hatırası olur- dedi...
Arkadaşta -teşekkür ederim teyze- deyince, teyze -ne demek kızım 10 lira- deyiverdi :))
Mangal keyfinden sonra saat 3 gibi günün en yorucu kısmı olan rakımın 1350 yi bulduğu dağa tırmanışımız başlıyor...
Ama çoğunluğun bayan olmasından dolayı çok yavaş ve durarak ilerleyebiliyoruz...
Sonunda tırmanış bittiğinde rehberimiz Hakan, Mudurnu'yu ve çevre köyleri tanıttıktan sonra yol kenarındaki dallardan kuşburnu ve yabani elmaları toplayarak yola devam ediyoruz...
Unutmadan yukarıya çıktığınızda Abant Gölü'nün kalp şeklinde olduğunu görebiliyorsunuz, ama önce inanmanız lazım çünkü grubun büyük bir kısmı bu benzerliği kabul etmedi...
Hafif tempoda dura kalka ilerlerken saat 5 oluyor...
Hava kararmaya başlıyor ve gezinin sonuna doğru geliyoruz...
Saat 6 gibi yorgun bir şekilde otobüsteki yerlerimizi alıp dönüş yolculuğuna başlıyoruz...
Rehberlerimizin 4 saati bulan dönüşte şarkılar söylemesi, oyunlar oynatması yolculuğun sıkılmadan geçmesini sağlıyor...
Son söz olarak, Abant'a kesinlikle gidin derim, eğer yerimde duramam diyorsanız sonbahar da turlarla gidin...
Yok ben manzaraya baka baka yatar, anca iki kartopu oynarım diyorsanız kışın kar yağdığı zaman gidin derim, çünkü camı açıp saatlerce fotoğraf çekebilirsiniz...

11.26.2010

El Clasico



Son 5 yılda ülke içinde taraftarı olduğum takımın yaşatmaktan geçtim, hayalini bile kurduramadığı başarıları görmemizi sağlayan Barcelona'm ile aristokrasinin çocuğu Real Madrid'i Pazartesi gecesini renklendirecekler...
Tahminim Barca 2-1 alır...

Güzel Söylemiş / 1


2 şeyden hiç anlamıyorum.
Birincisi Arap radyosu.
Bir gürültüdür, patırtıdır gider, hiçbir şey anlamazsın.
İkincisi de, Beşiktaş’ın oyun içinde ne yaptığı.
Rahmetli Vedat Oktay

Ben Küçükken / 1

Mehmet ve Salih adlarında iki abim var...
O zamanlar da Kara Murat filmleri meşhur, Cüneyt Arkın Bizanslılara uçuyor, atlıyor, dalıyor bişey olmuyor. 
Hepsini deviriyordu...
Doğal olarak Jackie Chan filmi seyredip ona buna uçan tekme atmaya çalışan bünyelerde olduğu gibi bizde de bir gaza gelme oluyordu.
Bizde kendi aramızda Kara Murat ve Bizans askeri diye rol dağılımı yapardık...
Abimler o dönem en önemli rolün Bizans askeri olduğunu söyler ve rolü bana verirlerdi.
Kendileri de sırayla -mütevazi- bir rol olan Kara Murat oluyorlardı...
Sonra da film gereği evire çevire beni dövüyordular...
Filmin çekimini bitirdiğimizde de film çevirdiğimizi anneme söyleme derlerdi...
Bende mühim bişey yaptım vardır bir bildikleri diye canım yansa da hiç sesim çıkmazdı...
Ki zaten onlar candır canımdır...

Neden Teknik Vurucam...


Bizler, yani 80 kuşağı olanlar bugünkü kadar halı saha ve para olmadığı için mahalle maçları ile büyüdük...
Mahalle maçlarınında mutlaka olmazsa olmaz replikleri vardı...
- Takımlar seçilirken en iyi oynayanlar onure edilir, "Kamil siz Mahmut'la seçin takımları"...
- Penaltı olduğunda titreyen kaleciye, "Korkma abanmicam teknik vurucam"...
- Sokaktan araba geçerken, "Beyler herkes olduğu yerde dursun, adilik yapmayın lan"...
- Top malum bir yerimize geldiğinde, "Git şu ağaçların oraya işe, sahaya diil olum"...
- Faul atışı kullanılırken, "3 adım açılcan usta, biz demin açıldık"...
- Penaltı olduğunda kaleci değişirse, "2 penaltı he, birincisi gol olmazsa ikinciyi atarız"...
- Kaleden kaleye atılan gol üzerine, "Ali Sami Yen mi bura olum, kaleden kaleye gol yok, çalım atcan"...
- Kale atışı yapılırken kaleci, "3 kere sektirdim olum, mecbur açılcan"...
- Tartışmalı bir karar üzerine, "Açın kaleyi abi bırakın atsınlar"...
- Kendini o zamanların Maradonası sananlara, "Birader biz neciyiz burda, takım oyunu oynayalım"...
- Sert şut sonrası uzağa giden top için, "Beyler atan alır bu ne ya, sanki final maçı biraz teknik oynayın"...
- Maçın süresi şu şekilde belirlenir, "Beyler 5 te devre 10 da biter, 9-9 da 11'e uzar"...
- Tartışmalı bir pozisyonda otorite bakkala başvurulur, "Abi sen gördün dimi, faul mü Allah aşkına"...
- Kornere farklı bir bakış açısı, "Beyler 3 korner 1 penaltı, sonra kıvırmayın"...
- Sahada kazma birisi varsa maç başlamadan önce, "Beyler camı kıran öder, ona göre oynayın"...
- Defansta yanlız kalan elemanın isyanı, "Beyler hepiniz geride kalıyorsunuz, ben ilerdeyim"...
- Maç arasında acıkınca, "Anneeee, ekmek arasına pattez kızartması koysana"...
- Havanın kararmasıyla, "Beyler atan galip, dizi başlıyor"...
- Ve annelerin balkondan bağırmasıyla maçlar biter, "Olum gel artık kırcam bacanıı, baban geldi"...
:))
Resim alıntıdır...